İzge Günal yazdı: Ankara’nın taşına bak!

İzge Günal yazdı: Ankara’nın taşına bak!

Garip gelecek ama eskiden bu ülkede kamu denilen bir kavram vardı. Kamu, binalarını yapar, bunları çalıştırırdı. Tek amaç kâr etmek olmadığı için de yaptıklarını paylaşırdı.  Bayındırlık Bakanlığının yayınladığı “Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiatri ve Fitizyoloji Klinikleri” broşürü de bunun güzel bir örneği. Yapının kat kat planları, fotoğrafları ve temel özellikleri paylaşılmış. En güzeli bu binalara bu broşürle beraber gidip, bakmak… Ne hale getirildiği, Ankara okumasına yardımcı olacaktır.

Eskiden bana, “Nerelisin?” diye sorulduğunda, neden sorduklarını anlamaz, hatta içimden “size ne” demek geçerdi de… demezdim ama. Sonradan anladım ki, soran da haklıydı, ben de! Çünkü insanların görüşlerinin biçimlenmesinde yaşadıkları kentin önemi büyük. Eğer insanın yaşadığı kent hep aynıysa soran haklıdır. Yok eğer  çocukluğu, eğitimi, iş yaşamı farklı yerlerde geçtiyse, içinden “size ne” diyen. Elbette yaşamak yetmez; bence en iyisi yaşadığın kenti okumak, yaşanmışlıkla birleştirmek. Sanırım en iyi bileşim bu.

Yeni okuduğum kitaplardan bir tanesi Temuçin Faik Ertan’ın hazırladığı “Cumhuriyetin 90. Yılında Başkent Ankara ve Ankara Üniversitesi” isimli bir derleme. Ankara’nın başkent oluşundan günümüze dek geçen süreyi kültürden hukuğa, bitki zenginliğinden müzelere kadar çeşitli düzlemlerde ele alıyor.

Ankara resmen 13 Ekim 1923’te başkent ilan edilmiş olsa da (doğru deyimiyle “Devletin makkarı idaresi Ankara şehridir” dense de); aslında fiilen 1919’da Heyet-i  Temsiliye’nin buraya yerleşmesiyle başkent olmuştu. O yıllarda doğu yönüne demiryollarının son noktasının Ankara olması, telgraf görüşmelerinde Ankara’nın ötesi için bağlantı gerekmesi, tercihin en önemli nedeniydi (Ankara’ya tek alternatif Eskişehir’in Seyitgazi ilçesiydi). Cumhuriyeti kuran kadrolar zaten, birçok işte olduğu gibi, buna çok önceden karar vermişler ve Ali Fuat, Ereğli’deki 20. Kolordu’yu, İstanbul’un tüm engellemelerine karşın Ankara’ya getirmişti.

Bunları anlatmamın nedeni, Ankara’nın devlet kenti oluşudur. Olumlu ya da olumsuz, bu gerçek Ankara’nın her taşının altından çıkar. Örnek çok; koşulların en kötü olduğu 1921 yılında Ankara’da o zaman için lüks sayılabilecek Hukuk Mektebi’nin açılması. Meclis görüşmelerinde “ilkokul için bile yeterli kaynağımız yok” dense bile bu okul açılmıştır çünkü hukuk, devletin olmazsa olmazıdır ( Meraklısına, müderris yerine profesör sözcüğü ilk kez bu okulda kullanılmıştır, Yusuf Akçura’nın önerisiyle). Benzer biçimde tüm üniversiteler İstanbul’da iken sadece Mülkiye ve Ziraat Fakültesi Ankara’ya alınmıştır. Aynı alandan olumsuz bir örnek olarak İstanbul’da kapatılan İlahiyat Fakültesi’nin 1949’da, devlet politikası değişimiyle birlikte, Ankara’da açılması verilebilir.Dediğim gibi, kitap, ağırlıklı olarak 1923 sonrasını anlatıyor.

Ancak kent okumalarında öncesini ve bugünkü duruma gelişteki kırılma noktasını da gözardı etmemek gerekiyor.  Özer Ergenç’in “XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya” isimli kitabı Ankara’nın geçmişi açısından önemli. Göreli olarak durağan bir dönemde Ankara’yı benzer coğrafyadaki başka bir kent olan Konya ile karşılaştırarak fiziksel yapı, demografi, ekonomi ve sosyal yaşam düzlemlerinde ele alıyor Ergenç. Kitabı okuyunca Ankara’nın 16. yüzyıl  sonlarında sanıldığı gibi geri bir yer olmadığı anlaşılıyor. Elbette sonradan sürekli gerileyip, 1916 yangınıyla da bitmiş olsa da (Refik Halit’in sözleriyle, “Yangın iki gün iki gece devam etti, nihayet yakacak bir şey bulamadı, söndü”); kültürel yapısının gücü kaybolamazdı. Seyitgazi’ye tercih edilmesinde bu noktanın da etkisi vardı.

Kırılma noktası (başkent oluşu) için ise Lansere’nin “Ankara Yazı” kitabı çok güzel bir kaynak. Lansere Sovyetler Birliği’nin ünlü ressam ve sanat kuramcılarından. Büyükelçi Aralov’un davetiyle Ankara’ya geliyor ve sonrasında izlenimlerini yazı ve resimlerini içeren bu kitapla yayınlıyor. Bence dönemin en nesnel anlatımı bu dar hacimli kitapta.

Garip gelecek ama eskiden bu ülkede kamu denilen bir kavram vardı. Kamu, binalarını yapar, bunları çalıştırırdı. Tek amaç kâr etmek olmadığı için de yaptıklarını paylaşırdı.  Bayındırlık Bakanlığının yayınladığı “Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiatri ve Fitizyoloji Klinikleri” broşürü de bunun güzel bir örneği. Yapının kat kat planları, fotoğrafları ve temel özellikleri paylaşılmış. En güzeli bu binalara bu broşürle beraber gidip, bakmak… Ne hale getirildiği, Ankara okumasına yardımcı olacaktır.

                                                                                                          ***

Arada sırada İslamcı yazarların kitaplarını da okurum çünkü ne zaman konuşmalarımda bu konuya değinsem veya birisiyle tartışsam, sonunda benim İslamiyeti bilmediğimi söyleyerek konuyu kapatır ve bana bir kitap önerir. Ben de gider bu kitabı okurum (ki olasılıkla öneren kişi okumamıştır). Ve bu senaryo hep tekrar eder ve sonuç sadece okuduğum kitap sayısındaki artış olur.

İşte yine böyle bir  süreç sonucunda Ali Kemal Belviranlı’nın “İslam Prensipleri” kitabını okudum. Kitapta 550 soruda İslam ideolojisi ve ritüelleri tanıtılmaya çalışılmış (46. soru atlanmış ya da metinden çıkartılmış). Soru- yanıt bölümü bittikten sonra, kadınlık sorunları, bilim ve iktisat konuları da ayrıca anlatılmış.

Bu kitapların temel sorunu önce uzun uzun ritüelleri anlatıp, sonra ansızın dünyevi sorunlara geçmeleri. Bu geçiş ne denli dikkatle okunursa okunsun ilk bölümden bağlantısız olarak gerçekleşir ve ciddi bir eklektisizm içerir.

Kitap herkesin doğmadan önce Müslüman olduğunu, sonradan yoldan çıktığını, Hz. İsa’nın da Müslüman olduğunu, hacca gidenlerin ilmi, içtimai, iktisadi ve kültürel kongreler akdeddiğini, cinsi sapıklıkların nedenleri arasında domuz eti yemek gibi gıda haramlarına uymamanın olduğunu (Ensar Vakfı?); kadınların regl kanaması sırasında çevrelerine menotoksin isimli zehirli bir madde yayarak çiçekleri kuruttuğunu vs vs. anlatıyor. Bunlara kim nasıl inanır, ciddiye alır? Anlamak çok zor.

İslam İktisadı başlığı altında ise açık bir şekilde kapitalizm anlatıyor. Son çare olarak da, “Zaten mal ve servet zenginin elinde bir emanettir” denilerek servetin dünyadaki konumu belirlenmiş oluyor. Benim takıldığım noktalardan bir tanesi de malın yüzde 2.5’inin zekat olarak verilmesi sorunu. Eğer bu uygulanırsa her yıl Koç ailesinin en az 600 milyon TL, Ülker ailesinin en az 300.000 TL zekat vermesi gerekir. Ne yaptıklarını merak etmiyor değilim.

Bence bu tip kitapları eleştirmek bir işe yaramaz. Çünkü ne kadar anlatırsanız anlatın alacağınız en mantıklı yanıt, “o kitapta yazanlar doğru değil siz şu kitabı okuyun” olacaktır. Dediğim gibi bu hep böyle sürer ve sizde koca bir din kitaplığı oluşur, bende olduğu gibi. Doğrudan esas kaynaktan okuyup görüşlerinizi söylerseniz, bu kez de “Çevirisi olmaz, yazıldığı dilde okumak gerekir” derler sanki kendileri okumuş gibi. Bir aşama daha ileriye geçip Arapça öğrenip aslından okursanız (ben bu aşamaya gelmedim); “okumuşsun ama anlamamışsın” derler. Yerim dar, yenim dar konusu. Benim önerim böyle, esas karar sizin. Ama biri İslamcı yazarlara, inceltme işareti ve yumuşatma işareti kullanımından söz etmeli.

Cumhuriyetin 90. Yılında Başkent Ankara ve Ankara Üniversitesi.

Hazırlayan:Temuçin Faik Ertan

Ankara Üniversitesi, 2016.

Satılmıyor, A.Ü. Rektörlüğü’nden belki edinilebilir. Sahaflarda 30-40 TL arası.

XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya.

Özer Ergenç

Ankara Enstitü Vakfı 2000.

Tarih Vakfı’ndan yeni baskısı 21 TL

Ankara Yazı.  Y.Y. Lansere

Kaynak, 2004.

6,5 TL

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiatri ve Fitizyoloji Klinikleri.

Bayındırlık Bakanlığı.

Bulmak güç, meraklısı ile paylaşabilirim.

İslam Prensipleri.

Ali Kemal Belviranlı, Marifet, 1995.

13 TL

DAHA FAZLA